27 Eylül 2013 Cuma

Gladyatörler geliyor!


Yepyeni bir yapılanmaya gittiler, ilk 5 haftada Serie A’yı yerle bir ettiler. Karşınızda yeni Roma!



Zdenek Zeman’ın savunmadan hazzetmeyen aşırı hücumcu anlayışı başkentte aşırı hümanist bir takım yaratmış, Roma ligi 56 gol yiyerek kapatmıştı. 18. olarak küme düşen Palermo’nun 54 gol yediğini düşünürsek her zaman yüksekleri hedefleyen Giallorossi için bu utanç verici bir istatistikti!
Ancak Roma son dönemlerde hiçbir zaman kalesini kolay kolay 50 golden azına kapatamamıştı. Serie A gibi savunma karakteristiği belirgin bir ligde kontrolsüz, kaosa dayalı bir futbolla hep çok atıp çok yiyen bir takım olan Roma bu yüzden de şampiyonluk yarışına hep uzaktan bakmıştı. Üstelik artık Şampiyonlar Ligi de hayal olup çıkmıştı!

Yeni Roma: Planlamanın karşı konulamaz cazibesi

Kulübün İtalyan asıllı Amerikan sahiplerinin büyük hedefleri vardı ve bunun için en doğru isimle anlaştılar; Rudi Garcia. Lille’i 2010/11 sezonunda ligde ve kupada şampiyonluğa taşıyan, kuzeyin bu ufak takımını Şampiyonlar Ligi gediklisine dönüştüren Garcia, ayrıcaEden Hazard ve Gervinho gibi isimleri de futbol dünyasının vitrinine çıkarmıştı.
Roma bir günde inşa edilmedi… Ancak Garcia futbol için oldukça kısa sayılabilecek sürede yepyeni bir takım yaratacaktı; transferde takımın önemli isimlerindenStekelenburg, Marquinhos, Osvaldo ve Lamela’yı 87.6 milyon euro karşılığında satan Roma bu oyuncuların yerini doldurmak için Morgan De Sanctis (kiralık), Mehdi Benatia, Maicon, Kevin Strootman, Adem Ljajic ve Gervinho ile anlaşacaktı.Ayrıca 18 yaşındaki Hırvat stoper Tin Jedvaj için gözlerini kırpmadan 5 milyon euroyu ödeyip geleceğe yatırım yapmayı da ihmal etmediler.
Savunmada güçlü, hücumda akışkan… Rüya gibi!
Garcia kısa sürede güçlü bir ekip yaratmayı başardı; Pjanic-Strootman-De Rossi-Ljajic’li savunma-hücum dengesinin mükemmel bir bileşimi olan orta sahaya yaş aldıkça güzelleşen Totti’nin üstün formu eklendi; “Grande Capitano” bu sezon 5 maçta görev alıp 4 asist, 1 golle oynadı. Üstelik iki maçta oyundan çıkmasaydı kazanılan penaltıları o kullanıp gol sayısını arttırabilecekti!

“Şıkır şıkırız be kaptan”

Roma’nın rüya başlangıcı tarihe de geçti; hafta sonu Derby della Capitale’de Lazio’yu 2-0 mağlup eden Kurtlar 1960/61 sezonundan beri ilk kez sezona 4′de 4′le girmiş oldu, çarşamba akşamı deplasmanda Sampdoria’yı aynı sonuçla geçince de Serie A’da puan kaybı yaşamayan tek takım olarak zirveye kuruldu!
Garcia’nın rüya gibi Roma’sının ilginç bir huyu var; ligdeki 5 maçta 12 gol atıp 1 gol yiyen takım attığı tüm golleri ikinci yarılarda buldu. Bu da takıma Ligue 1′in mücadeleci yapısının karıştığının ispatı olsa gerek.

Efsane 2000/01 kadrosu

Son yıllarda Serie A’da tekel oluşturacak kapasitede bir yapılanmaya sahip işleyen makine Juventus, bu yaz yaptığı sansasyonel transferlerle Napoli ve Mazzarri yönetiminde kendinden hiç beklenmeyecek derecede iyi bir başlangıç yapan yenilenenInter’le girişeceği mücadelede Roma’yı şampiyonluk için favori göstermek şimdilik zor olur, ancak Garcia şimdiden önemli eşikleri aştı ve bu şekilde devam ederse yarattığı ekip eninde sonunda 2000/01 sezonunda müzeye son lig kupasını getiren efsanevi (özellikle FM/CM severler için) kadroyla aynı cümle içinde geçmeye başlayacak. Ancak ligde önemli bir viraja giriyorlar; hafta sonu sahalarında Milan’a 3 atan Bologna’yı ağırladıktan sonra çıkacakları Inter ve Napoli maçları asıl kapasitelerini belli edecek.


Ronaldo’dan vefa örneği

Futbol dünyasının “vefalı çocuğu” Ronaldo’dan yine anlamlı bir hareket




Miami’de oynanan Real Madrid – Chelsea mücadelesinde sahaya giren bir taraftar, uzun uzun Ronaldo‘ya sarılmış ve onunla uzun bir süre bir şeyler konuşmuştu. Ronald Gjorka adındaki taraftar daha sonra 2 gün nezarette tutulmuş ve ardından salınmıştı.




Arnavutluk vatandaşı Gjorka’ya Miami savcılığı tarafından “düzeni bozmak ve ahlaka aykırı davranış” hakkında dava açıldı. Bu dava düşmezse, üniversite okumak için gelen Gjorka’nın eğitim hayatının bitebilir.
Bunu duyan Ronaldo, Miami savcısına bir mektup gönderdi.

Görevinizi ve uygulamak zorunda olduğunuz yasaları biliyorum. Size ve ofisinize büyük bir saygı duyuyorum ancak kararınızı bu genç adamın geleceği hatrına bir kez daha gözden geçirmenizi diliyorum.
Saygılarımla Cristiano

 Bu mektubun ardından Miami savcısının vereceği karar merak konusu olurken, Ronaldo bir kez daha neden saygı duyulası bir futbolcu olduğunu saha dışında da göstermiş oldu.


24 Eylül 2013 Salı

“Antrenman eksiği kim? Galatasaray’da mı oynuyor?”


Bruma’nın antrenman eksiği mi varmış? Bu Bruma’nın? Sahiden mi?


“12 milyon Euro mu? Genç bir futbolcu için mi? Neden? Messi miymiş?”
Sosyal medyada Bruma’nın yarattığı etki tam olarak buydu. Ülke olarak yıldızlığından eser kalmamış 33’lük çıtırların transferlerinin yarattığı psikolojiye öylesine alışmıştık ki, Bruma’nın burada parlayabilme ihtimali bize oldukça yabancı geliyordu. Hele ki bu ihtimale tam 12 milyon Euro ödenmesi; daha önce birçok transfer faciasıyla sınanmış beynimiz için oldukça büyük bir yüktü..
“12 milyon Euro verdik, bi’ de antrenman eksiği mi varmış? Neden oynamamış orada? Kesin kazıklandık abi..”




E, zihnimizde oluşan yüke bir de Bruma’nın adaptasyon süreci eklenince, oluşan düşünceler de tıpkı yukarıdaki gibi şekillenmişti. Ta ki, Bruma Antep karşısında Galatasaray formasını giyinceye kadar. Aslında onu U-20’de izleyenler için bu performansı, oldukça aşina olunan bir durumdu. Kaldı ki Galatasaray ve Fatih Terim’in böyle bir kumara bu denli güvenmesinin de en büyük nedeni buydu. Nitekim Bruma da bu beklentileri fazlasıyla karşıladı. Zaten, oyuncu profili olarak Galatasaray’ın ihtiyacı olan profille birebir örtüşmesinden olacak, bu çok da sürpriz olmadı.
Sırasıyla; Antalya, Madrid ve son olarak bu gece Beşiktaş karşısında oyuna sonradan giren Bruma’yla birlikte Galatasaray birer gol buldu. Bununla birlikte kendi görevinin yanında sol kanatla da uğraşmak zorunda kalan Sneijder’ı rahatlatarak, özellikle Beşiktaş maçında onun oyununu gözle görülür bir şekilde rahatlattı.
Elbette sahip olduğu potansiyeli düşünecek olursak, Bruma Galatasaray’a daha çok şey katabilecek gibi gözüküyor. Yalnız, Galatasaray taraftarının içini rahatlatması gereken çok önemli bir gerçeklik var: Eğer Bruma bu gece Drogba’ya ikinci golü attırmasaydı, Galatasaray bu gece kaybetseydi, bu sezonun kepenkleri onlar için çoktan kapanırdı. Takıma verebilecekleri ne olur bilinmez fakat Bruma’nın şimdiden 12 milyon Euro’yu çıkarttığı aşikâr. 

Rekorları kırılsa da efsane: Gerd Müller


Son günlerde adını sık sık duyuyoruz; Messi rekorlarını bir bir kırıyor ama bu ‘Bombacı’ lakaplı Alman eski futbolcu Gerd Müller’in değerinden hiçbir şey götürmüyor. Müller kimdir, bir anlatalım istedik…



Arjantinli fenomen Lionel Messi, önce Avrupa Kupaları’nda attığı gol sayısını aştı; şimdi de bir sezonda daha fazla gol atma rekorunu kırdı. Fakat tüm bunlar Müller’in değerinden bir şey götürmedi. Bir senede attığı 85 gollük rekor kırıldıysa da Gerd Müller maç başına attığı gol sayısıyla hâlâ Messi’nin önünde. Daha çocuk yaşta yetenekleri fark edilen, hemen Barcelona altyapısına ‘kaynayan’ Messi’nin aksine, Müller’in daha zorlu bir hikâyesi var.
Nördlingen doğumlu Müller, II. Dünya Savaşı’nın son günlerinde hayata gözlerini açtı. Zor bir çocukluktu onunki… Almanya savaştan mağlup ayrılmış, Hitler’in orduları Stalingrad’ta facia üstüne facia yaşamıştı. Yetmemiş, daha dört sene geçmeden ‘49’da Almanya Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Ortaokul çağındaki Müller de bir fabrikada tekstil işçisi olarak çalışmaya başlamıştı.

‘KISA ŞİŞKO MÜLLER’

Kasabanın yerel takımı 1861 Nördlingen’e katıldığında 15 yaşındaydı. Hocası onu ilk gördüğünde, “Bu çocuktan adam olmaz” demişti. Hatta bir de ona lâkap takmıştı. ‘Kısa Şişko Müller’. İşte o çocuk, kısa sürede onu mahcup edecekti. Müller şunu fark etmişti; yere yakın olması, topa daha yakın olması demekti, topa daha yakın ‘gole daha yakın’ olması demekti. Kısa sürede gole alışan santrfor; 51 maçta 108 gol atınca Bayern’in dikkatini çekmiş oldu.

“GÜREŞÇİ Mİ BU?”

Müller, Bayern Münih’e geldiğinde takım ikinci ligin sıradan takımlarından biriydi. Nazi döneminde yönetime en çok destek veren bölgelerden biri Bavyera olmasına rağmen ‘En fazla Yahudi üyeye sahip olan kulüp’ unvanı Bayern’in pek işlerine yaramamıştı. Takım, sadece 1931 yılında bir kez şampiyon olmuş, ardından yıllarca ikinci ligde ‘debelenmişti.’ Müller geldiğinde, takımda Beckenbauer ve Sepp Maier gibi henüz efsane olmamış isimler de yer alıyordu. Fakat ‘Kısa Şişko Müller sendromu’ sürüyordu. Teknik Direktör Zlatko ‘Cik’ Cajkovski “Ne yapacağım bu tıknazı” diyordu; “Topçu değil, halterci bu!”

BAYERN’İ COŞTURDU

Tam 64 santim çapındaki baldırlarıyla Müller, Bayern ile çıktığı ilk maçında 2 gol attı, sezonu 26 maçta 33 golle bitirdi ve takım ‘Bundesliga’ya çıktı. Ardından gelen ilk sezonda Almanya Kupası geldi, ardından da goller, kupalar ve şampiyonluklar. Müller, Bayern kariyerinde 607 maça çıktı ve 566 gol attı. 15 senede 4 lig şampiyonluğu, 3 Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonluğu, 1 Kupa Galipleri Kupası, 1 Kıtalararası Kupa, 4 Almanya Kupası elde etti. ‘Kaiser’ yani ‘İmparator’ lakabıyla anılan Franz Beckenbauer; 70’li yılları domine eden, sadece Bayern’in değil, Alman ve Avrupa futbolunun da kaderini değiştiren bu adam için şöyle diyor:
“Birçok büyük oyuncu ile beraber oynadım: Wolfgang Overath, Paul Netzer, Karl-Heinz Rummenigge ve Paul Breitner, ama bence aralarında en iyisi Gerd Müller’di. Durdurulmazdı. Bayern bugün sahip olduğu her şeyi Gerd Müller’e borçlu. Onun golleri olmasa hepimiz antrenman sahasında, eski bir tahta sıranın üzerinde oturuyor olurduk.”

İLK MİLLİ MAÇ: TÜRKİYE’YE KARŞI

Müller ilk kez bir hazırlık maçında Türkiye’ye karşı milli olmuştu. Oyunun son dakikalarında oyuna girince gol de atamamıştı. ‘Bay Gol’ ikinci maçta gösterdi hünerini; Arnavutluk’a atılan 4 golde imzası vardı. Milli takım kariyerini tamamladığında kariyerinde 62 milli maç, 68 gol vardı. Ama daha da önemlisi jübile maçıydı. Çalışkan Panzerler, Total Futbol’un beşiği Hollanda’ya karşı oynuyordu. Daha 3. dakikada top Almanlar’ın ayağına değmeden golü yazmıştı Hollandalılar. Güzel futbolun bir numaralı savunucusu Johan Cruijff ve arkadaşları bir şeyi; Gerd Müller faktörünü unutmuşlardı. Önce Breitner penaltıdan skoru eşitlemiş, sonra da günün gazete sayfalarında “Seksen dokuz dakika tutarsın, bir dakika tutamazsın; golünü yazar” denilen Müller durumu 2-1’e getirmişti. Bir dünya finali maçında takımına kupaya getiren golü atıp milli jübilesini yaptı Müller…

ALKOL BELÂSI

Müller, Almanya yıllarının ve Dünya Kupası’nın ardından gittiği ABD’de de üç sene Cubillas ve George Best ile bir arada oynadı, ardından da futbolu bıraktı. Bu yıllarda boşluğa düştü ve kendini alkole verdi. Müller’i Bavyera’nın bir barında bulan eski takım arkadaşları alkol tedavisine iknâ ettiler. Tedavi bitince, Bayern Münih’in ikinci takımına antrenör olarak getirildi. Şimdiyse A takımda Teknik Direktör yardımcılığı yapıyor, Nördlingen’deki şehir stadına adı verilen Gerd Müller.

NASIL BİR FUTBOLCUYDU?

Artık youtube’da Müller’in birçok maçına hem de 90 dakika ulaşmak mümkün ama biz, dönemin ünlü spor gazetecisi ve spikerlerinden Pertev Tunaseli Milliyet’teki yazısında nasıl tarif ettiğini analım Müller’i; “Müller doksan dakika sahada dolaştığını sananlar hüsrana uğramıştır. Müller hakiki bir centilmen, futbolu ilim hâline getirmiş biridir. Avustralya’dan Alaskya’ya kadar maç kasetleri toplar. Ne kadar zengin İtalyan kulübü varsa peşindedir. Müller’in yavaş görünen oyun akışı içinde fizik noksanlıkları olduğunu düşünenler hep yanılırlar. Doksanıncı dakikada bile koşar, geriye yardım eder. Bir kaleci Müller’e karşı oynuyorsa asla yere düşürmemelidir, çünkü anında bir ayak uzanacak Bayern gol kazanacaktır!”

NE DİYORDU MÜLLER?

  • “Kafamın içinde bir ses, bana şu yöne git, bu yöne git diye sesleniyor.”
  • “1974 Dünya Kupası’nda o kadar da iyi oynayamamıştım. İlk üç maç kötüydüm ve soyunma odasında da sorunlar yaşıyorduk.”
  • “Kalecilere Tanrı bizzat yardım ediyor. Ben bile vurduğumda topun nereye gideceğini bilmiyorum, kaleci nereden bilebilir ki? Var bir iş.”
  • “Final maçında (1974 Dünya Kupası) bir daha düştüğümüzde hakemin penaltı vereceğine emindim. Öyle de oldu.”
  • “1970′teki takım, en iyi takımımızdı. Herkes 72 ve 74′teki takımları daha iyi varsayıyor ama bence 70′teki kadromuz en iyi kadromuzdu.” (Batı Almanya üzerine)
  • Roberto Rosato… Çok sıkı markaj yapardı ama aynı zamanda centilmendi. Onunla karşılaşmak zor ve yorucuydu. (Müller en zorlandığı oyuncudan bahsediyor)
  • “Hollanda’ya karşı finalde attığım gol kesinlikle en önemlisiydi, ama İngiltere’ye karşı attığım en iyisiydi.”
Kaan Kavuşan : Four Four Two

Ne goldü ama… Dennis Bergkamp


Fransa 98 Dünya Kupası maçı. Frank de Boer, o uzun topu nereye atacağını çok iyi biliyordu…



O topun o şekilde yumuşatılarak sahaya inmesi için iki şeyden biri gerekiyordu. Ya top, havadayken paraşütü açacaktı ya da Dennis Bergkamp, topun altına sağ ayağıyla branda serecekti.
Önce muhteşem kontrol, sonrasında klasik bir Bergkamp vuruşu. Turnuvanın belki en güzel ama en “kalite kokan” golüydü bu!




23 Eylül 2013 Pazartesi

Beşiktaş Galatasaray Maçında Yaşananların Kısa Özeti..

Kuzey'den İndiler, Teyitli!




5 haftada bunalttınız. Daha önce bir kez bile tribüne gelmediniz. Biz maç izlerken "cahil" dediniz, saatlerce futbol muhabbeti yaparken "futbol kitleleri uyutuyor" dediniz.  "Futbol topunu bomba sanıp karakola götürürler"  cümlesi geyikti, 1 ayda mecazı gerçeğe çevirdiniz. Artık sıradan olan bütün tribün olaylarını bile ideolojik ve siyasi bir hareketin planıymış gibi göstermeye çalıştınız.

Normalde tribünde bir olay çıktığında ister istemez farklı yorumlar çıkar. Binlerce kişi var sonuçta. Biri bilet kavgası der, diğeri "zaten daha önce de araları bozuktu" yorumunu atar, kulaktan kulağa farklı yayılır. Ama bu sefer maça giden herkes özellikle Doğu'da olan herkes, aynı şeyleri söylüyor. Buna rağmen maçta olmayan insanlar, bütün gece konuyu kendi menfaatleri doğrultusunda anlatmayı tercih etti. Maçta olmayan insanlar diyoruz ama daha da kötüsü hayatı boyunca 5'ten fazla maça gitmemiş insanlardan bahsediyoruz aslında.

Şu maç hakkında bir Galatasaraylı olarak yazacak, saracak çok şey vardı oysa.Drogba'nın iki golü, 1-0'dan 2-1'e çevirmek, Olimpiyat, Biliç, erken çıkan taraftar, rekor vs... Malzeme çoktu. Hiçbirini konuşamıyoruz. İstanbul United ne olacak bilmiyorum ama, kendi kendimizle kavga ettiğimiz, birbirimize sardığımız günleri özledim.Tam Beşiktaşlı'ya saracağım mesela, bir anda alakasız biri çıkıp "Arkadaşım o Çarşı'lı denir mi öyle bir şey" diye fırlayacak diye korkuyorum... Ki fırlıyorlar da üstelik.

Gitmediğim maçın olaylarını da buradan yazacak değilim. İnsanlar anlatıyor. Okumak isteyen okur. Mesela bu veya bu....

Ama ben de biraz tribün ile ilgili ahkam keseyim. Bilmeyenlere tanıtalım. Ondan sonra kendi tribününü bile bilmeyen, maça gitmeyen adamlar bize akıl vermeye çalışıyor. 

Birincisi, Türkiye'de stadyum girişlerinde arama hiç bir zaman üst seviyede, hatta orta seviyede bile olmadı. 31 Mayıs'tan beri önce de böyleydi. Mesela içeri bozuk para veya o boyutta bir madde sokmanın en kolay yolu, bozuk parayı elinde tutmaktır. Çünkü güvenlik ya seni aramayacaktır, ya da sadece cebine iki el darbesi atıp kontrol ettiğini sanacaktır. O yüzden elde tutmak, ayakkabıya atmak gibi yöntemler en sağlamıdır. Daha büyük şeyleri de sokmak için çeşitli yöntemler var ama anlatmaya gerek yok, sonuçta dünkü maçın konusu yabancı madde değil. Güvenlik aramasının ne boyutlarda olduğunu anlatıyorum sadece.

Tribüne giriş 101. Özellikle derbi maçlarda turnike kırmak gelenektir. Gerçi bunu daha çok deplasman taraftarı yapardı ama artık yasak olduğu için geleneği yaşatmak ev sahibi takıma kaldı. Üstelik Saracoğlu ve TT Arena gibi yeni stadyumlar buna izi vermiyor. Eski turnikeler pek kalmadı. Ama İnönü'de ve hala aynıysa Olimpiyat Stadı'nda bunu yapmak çok kolay. Zaten Olimpiyat Stadı'nda (2007 haliyle yazıyorum) turnike kırmaya da gerek yoktu, demirlerden atlayıp içeri girebiliyordun.

Dün bir yaygara koptu. Kale arkasından bazı insanlar Doğu Tribünü'ne geçmiş. Bu, daha önce hiç görülmemiş. Polis ve güvenlik engellememiş. Kim bu adamlar? Nasıl bir operasyonun içindeler? Bunları okuduğumda aklıma 2003-2004 sezonu geldi. Kuzey kale arkasından 30 liraya kombine alıp, 70.000 kişilik Fenerbahçe derbisi dışında neredeyse sezonun bütün maçlarını Doğu'da izlemiştik. Yaşımız henüz 17-18'di, kendi aramızda Doğu'ya ilk önce kim atlayacak diye yarışma yapıyorduk.

Tribünde hakim gruplar arasında fark vardır muhakkak. GFB ile Çarşı'nın kafa tayfası arasında fark muhakkak var. Tarzları da farklıdır. Ama bir maça 20.000 kişiden fazlası geliyorsa o fark azalır. İki tribün de birbirine benzer. Aynı şehrin çocuklarıyız. Aynı okullarda, aynı mahallelerde büyüdük Futbol takımının yıllar boyunca yaşadıkları, taraftar tepkilerini ayrıştırabilir. Yani her sene şampiyonluğa oynayan Fenerbahçe taraftarı ile her sene şampiyonluğunun çalındığını, hakim güçler tarafından ezildiğini düşünen Beşiktaş taraftarı farklı tepkiler verebilir. Biri hakemi baskı altına alabilir diğeri daha çabuk pes eder vs.. 

Ama genel olarak kitle aynıdır. O nedenle, kusura bakmayın ama "Beşiktaş tribünü Tekbir getirmez" demek büyük cehalettir. Bu artık tribünü bilmemek değil, kendi yaşadığı toplumu bilmemek demektir. Lisede makarasına kavga çıksa tekbir getiren çocukların geldiği tribünden bahsediyorsunuz.

Sahaya giren adamların bir kısmının fotoğraf çektirdiği, bir kısmının soyunma odası tüneline doğru koştuğu, polis siper alınca geri döndüğü bir ortam. Sizin için bunlar yeni olabilir, 31 Mayıs'tan sonra stadyumlara baktığınız için ilk defa görüyorsunuz. Ama bizim için çok da yeni değil. Üstelik Olimpiyat Stadı'nda olunca çocukluk anılarım canlandı resmen. Her zaman sahaya inen biri olurdu. Bu kadar kalabalık olmamıştı doğru ama PSV maçı bile hala akıllarda. O da 1-0'dan, 2-1'e dönmüştü. Kara gece...

Siz bilmezsiniz o zaman kurt inerdi Olimpiyat'a. Eğer siz o zaman da tribünde olsaydınız, facebook'ta MHP'nin kurdu iş başında paylaşımını yapardınız...

Şimdi bu kadar salladıktan sonra bir şeyin de hakkını verelim. Mesele komplo teorisi üretmekse onu da en iyi biz üretiriz. 6222 çıkmadan önce (böyle bir yasa var belki bilmezsiniz) yasanın çıkışına zemin hazırlanmak için birBeşiktaş-Bursaspor olayı yaşandı. 7 senelik deplasman yasağı sona erdirilmiş, Bursaspor tribünü İstanbul'a gelmişti. Buna rağmen yeteri kadar önlem alınmamıştı. İki takım taraftarları arasında başlayan normal atışma, güvenlik zaafiyeti nedeniyle büyük bir kavgaya döndü. Bu kavga televizyonlardan yayınlandı, günlerce konuşuldu. Tribünlerin ne kadar sıkıntılı ve sorunlu olduğu hakkında fikir birliğine varıldı. Bu nedenle de 6222 için muhalefet edecek kimse kalmadı. 

Şimdi de özel güvenliğin tribündeki yetersizliğinden bahsediliyordu. Hükümet polisi yeniden tribünlerde devreye sokmak istiyor. Bunun için böyle bir tribün olayını çıkarmak değil ama engellememek, "güvenlikler yetersiz kalıyor" izlenimini sağlamak planlanmış olabilir. Devlet kademelerinde yer alan insanlar pazar gecesi spor programlarına çıkıp "Turnikeler kırılmış, içeri girilmiş" vs demesi de bunu doğruluyor. Bundan sonra polisin tribünde yer alması kolaylaşacaktır. İşte asıl sıkıntı da o zaman başlayabilir.

Alıntıdır -  TargetStriker

Kralın dönüşü!

Inter’in golcüsü Diego Milito, uzun sakatlığın ardından sahalara döndü. 
Hem de kral gibi! 

                                                                                                                                                                                                                Inter, çok iyi başladığı sezonda Milito’suna da kavuştu. 4 puan maçta 10 puan alan Milano devi, Sassuolo deplasmanında 7-0′la kazanırdı.



54′de oyuna dahil olan Arjantinli bir asist yaptı, iki de gol attı. Attığı ilk gol öncesinde pası veren Alvarez’in Sassuolo savunmasına attığı düğüm görülmeye değerdi.



Duyduk duymadık demeyin! Balotelli penaltı kaçırdı…


Gözlerinize inanın, çünkü Balotelli penaltı kaçırdı!



  Futbol tarihinin en iyi penaltıcılarından olan Mario Balotelli, 26/26 serisiyle çıktığı Napoli maçında bu seriye son verdi! Tabi ki Napoli kalecisi Reina'nın da hakkını vermeden       geçmeyelim..                                                                                                                    
  Şimdi gözlerinizi iyi açın ve tarihe tanıklık edin…


Taraftarını polisin elinden kurtarmaya çalıştı


Maç sonu takımının futbolcularına sarılmak için koşan Benfica taraftarını polis alınca, teknik direktör Jorge Jesus, taraftarı vermemek için uzun süre direndi



Lige kötü başlayan Benfica, toparlanma sürecine girdiği dönemde deplasmanda Guimares’e konuk oldu ve maçtan 1-0 galip ayrıldı.

Maçın ardından takım, taraftarı alkışlamaya giderken bir taraftar sahaya girdi. Taraftara polisin müdahalesi sonucu Benfica teknik direktörü Jorge Jesus polisle kapıştı ve taraftarı vermemek için uzun süre direndi!




Ne troll adamsın Balo!



Milan poster çekimi yapıyor, tabii Balotelli’nin izin verdiği kadarıyla!..



Hani yanına üç metreden fazla yaklaşmak istemeyeceğiniz “fırlama” arkadaşlarınız olur ya… İşte Milan için o, Balotelli! Takımı poster çekimi yapıyor ama onun derdi yine başka. Yolu onun sol kolunun altına düşen şanssız isimlerden birisi de El Shaarawy… Saçı bozulmasın diye neredeyse koltukta uyuyacak olan çocuğa bu yapılır mı?!?!




21 Eylül 2013 Cumartesi

Türkiye’nin En Çevreci Stadı


Alt Ligler uzmanı Efkan Bucak’ın twitter’da paylaştığı bir fotoğraf üzerine harekete geçtik ve Türkiye’nin en çevreci stadını, Alemdağ’da ziyaret ettik!


Çekmeköy’de bulunan Alemdağ Stadyumu, bulunduğu konum ve sahip olduğu yeşil alanla beraber Türkiye’nin en nadide tesislerinden biri. Bu tesis Anadolu yakasında başta Alemdağspor olmak üzere 1877 Alemdağspor, Taşdelenspor, Çekmeköyspor ve birçok altyapı takımının maçlarına ev sahipliği yapıyor. Hal böyle olunca buraya tesis inşa etmek de doğaya zarar vermek gibi bir yan etkiyi beraberinde getiriyor. Tabii o tesisi doğayı düşünen bir mimar tasarlamamışsa!

Mimar Adem Şahinoğlu ormanla kaplı araziye yapılan Alemdağ Stadı’nı ağaçları korumak için, tribünlerde ağaçların içinden geçebileceği özel bölümler tasarlamış.
“Projeyi ilk öğrendiğimde buraya geldim, ağaçları görünce hemen kafamda şimşek çaktı. Bu ağaçları korumalıyım dedim, kendi fikrimi uyguladım”diyor Mimar Adem Şahinoğlu.

Mimarlıkta esas olanın özgünlük olduğunu belirten tasarımcı, her projenin içinde bulunduğu çevreye uyum sağlayabildiği sürece özgün olabileceğini belirtiyor.
Projeyi iki buçuk ay gibi bir sürede tamamladıklarını belirten mimar, çizim aşamasından inşaatın bitimine kadar tek amaçlarının ağaçları korumak olduğunu söylüyor. “Projeye başlamadan önce ağaçların yerlerini tek tek tespit ettik. Daha sonra gövde çaplarını ve üstteki taç çaplarını ölçüp tavanda özel bölümler açtık. Bu şekilde ağaçlarla stadyumu bir bütün haline getirdik.” Stadyumun temelini atarken de hassas davrandıklarını belirten Şahinoğlu “Köklere zarar vermeden tribünlerin temellerini yerleştirmeye çalıştık. Doğru bir şey yapmaya çalıştığınız zaman etrafınızdakilerde size destek olmaya başlıyor” diyor.




Projeyi ilk görenlerin heyecanlanarak sabırsızlıkla bitmesini bekledikleri bir gerçekti. Ancak proje hayata geçirilmeye başlandığında bir takım sıkıntılar yaşanmamış değil. Bu sıkıntıların en büyüğü ise uygulayıcı firmanın gösterdiği özensizlik. “Benim için çok zevkli bir projeydi ağaçları korumak ve farklı bir proje hazırlayacak olmak herkese olduğu gibi bana da büyük bir heyecan kazandırıyordu. Ancak proje aşaması ne kadar iyi olduysa bana sorarsanız uygulaması da o kadar kötü oldu”diyor Mimar Adem Şahinoğlu. Bugüne geldiğimizde tüm bu çabalara ve çalışmalara rağmen stadyumla bitişik olan ağaçlardan ikisi kurumuş durumda. Bu durumdan Şahinoğlu da rahatsız “İşin sonucunda kötü uygulanmış bir proje ile karşılaşmak, şu an oradaki bazı ağaçların kurumuş olması vicdanımı sızlatıyor.”
Yapmış olduğu proje uygulamada yaşanan hatalar dolayısıyla kendi deyimiyle “vicdanını sızlatsa da” bize göre Adem Şahinoğlu hem futbolseverlere hem de çevrecilere iyi bir örnek teşkil ediyor.
Gürhan Uysal - Four Four Two

Tavsiyeyle gelen gol makinesi: Niasse

Akhisar Belediyespor geçtiğimiz sezondan kalma alışkanlığını bu sezon da sürdürmeye kararlı gözüküyor. Spor Toto Süper Lig’de 5. haftanın açılışında evinde ağırladığı Gaziantepspor’u 2-0 mağlup etti.
Bu galibiyet, Ege temsilcisinin 3. galibiyeti olurken bu galibiyetlerin ortak özelliğinin iç sahada olmasıydı. Akhisar, geçtiğimiz sezonda mucize bir şekilde ligde kalırken son 4 iç saha maçından galip ayrılmıştı.
Peki bu sezon için konuşursak bu 3 galibiyetin mimarı kimdi? Elbette takımın yeni transferi Niasse

23 yaşındaki Senegalli forvetin transfer hikayesi bir hayli ilginç… Akhisar’ın deneyimli stoperi Sonko’nun yetiştiği futbol akademisinde eğitim alan Niasse’yle tanışan Sonko, yönetime ve hocası Hamza Hamzaoğlu’na Niasse’yi tavsiye etti. Deneme antrenmanlarına çağrılan Niasse, yönetimden geçer not alamazken, teknik direktörHamza Hamzaoğlu transfere onay verdi. 150.000 euro yıllık bedel karşılığında sözleşme imzalandı.
Niasse, ligde son olarak dün oynanan Gaziantepspor karşılaşmasında forma giydi ve 1 gol, 1 asistle maçı tamamladı. Böylelikle 5 maçta toplam 3 gol 3 asiste ulaştı.
Dripling yeteneği, bitmeyen enerjisi ve güçlü fiziğiyle dikkat çeken Niasse’nin pas kalitesini ve şut/pas tercihlerini geliştirmesi halinde bir seviye daha atlaması muhtemel.
Akhisar bir tavsiye üzerine aldığı golcüsüyle adet

16 Eylül 2013 Pazartesi

Hagi'ler niye yurtlarından olmuştu?

Lozan Anlaşması gereği, Türkiye ile Yunanistan arasında nüfus mübadelesi yapılmış ve Türkiye'den gelen yaklaşık 1.5 milyon Yunanı toprak sahibi edebilmek için Atina Hükümeti, kuzeydeki Makedonların topraklarına el koymaya başlamıştı.

İşte Hagi ailesi de bu yüzden göç etmek zorunda kalmıştı Romanya'ya. Tam yeni köye kök salmaya başlamışlardı ki, 1940'da Romanya, bu bölgeyi Bulgaristan'a vermek zorunda kaldı.Haydi, yine göç! Makedonlar kuzeye doğru bir kere daha yola çıktılar. Hagi ailesi, Köstence'nin kuzeyinde Sacele köyüne yerleşti.




"Hagi" "Hacı" mı?
Geçmiş asırlarda, Makedonlarda, Hagi ismini sadece Kutsal Dağı ziyaret edenler taşıyordu. Kudüs'e giden yol çok tehlikeli olduğundan, Kutsal Dağa gidip de sağ salim dönenler, büyük törenle karşılanırdı. Taşıdıkları ada Hagi sıfatı da eklenirdi. Hacı, ama Hıristiyan hacısı. Kelimeyi ise Osmanlılar'dan almışlardı. Makedonlar için ''hagi'' veya ''hagiu'' sayılması, övülmesi gereken kişi anlamına gelirdi. Hagi'nin de atalarından biri Kutsal Dağı ziyaret etmişti. Zamanla, ailenin esas adı kaybolmuş, Hagi diye anılır olmuşlardı.


Topla Tanışma
4-5 Şubat 1965 gecesi, ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. İsmi Gheorghe'ydi. Büyükbabasının ve 9 aylıkken ölen ağabeyinin ismini vermişlerdi ona. Ama kısaca Gica dediler. Zayıf ve kısa boyluydu. Ama karların eridiği andan sonbaharın ilk kırağısına kadar hep yalınayak dolaşırdı.

1966'da, Hagi iki yaşını doldurmak üzereyken, garip bir hediye aldı. Dede Gheorghe kestiği domuzun idrar torbasını yıkayıp temizledikten sonra şişirip kuruttu. İşte Gica topla böyle tanıştı!

Dört yaşında, artık ninesi Sultana'nın yaptığı kumaşlardan yapılma bir topun peşinden koşuyordu. Bir yıl sonra dedesi bu kez de, at kıllarından yeni bir top yaptı. Kale yoktu, saha yokuştaydı, Gica hep yalınayaktı, ama olsun zevk büyüktü. Gica hayatındaki ilk gerçek topa 6 yaşındayken sahip oldu. Annesi şehirden alıp getirmişti.


Yine Göç
Köydeki hayat şartları ağırlaşıyordu. Kaçınılmaz karar alındı. 1973 ilkbaharıydı. Gica ikinci sınıfı yeni bitirmişti. Hagi ailesi eşyalarını bir kamyona doldurarak Köstence'ye doğru yola çıktı. Yine göçüyorlardı, bu defa köyden kente.

Köstence'de, Makedonların mahallesi olan Coiciu'ya yerleştiler. Bir evleri, hayvan besleyebilecekleri küçük bir bahçeleri vardı.


Futbol,Futbol,Futbol...
Gica, Makedonlardan oluşan bir futbol grubuna yanaştı. Maçları, ıssız geniş bir caddede yapıyorlardı. Gica 9 yaşında, grubun en küçüğüydü. Üstelik ufak tefekti. Büyükler, onu kaleci yaptılar. Bazen acıyarak öne çıkmasına izin verirlerdi ve Gica topu aldığı gibi golü atardı.

Nisan 1975. Bir salı günü, F. C. Köstence gençlik takımında oynayan bir oyuncu, antrenörü Iosif Bukossi'ye, "Ioji amca, 23'ünçü okulda bir oğlan var, herkesi dağıtıyor'' dedi. Bukossi Hagi'yle böyle tanıştı: "O kadar ufak tefekti ki, bana övdüğün çocuk bu mu, diye sordum. Hadi, yine de bir deneyeyim dedim. Çocuğu kalenin arkasına gönderdim. Kalecinin kaçırdığı topların peşinden zıplıyor, topu geri gönderirken de, önce birkaç defa ayak üzerinde oynatıp öyle yolluyordu. Topa vuruş şekli birkaç yıl idman görmüş futbolcularınkinden farklı değildi''.
Böylece, 4 Nisan 1975'te, 10 yaşında Bukossi'nin himayesine girdi.

1975 yılında antrenör Bukossi'nin himayesine giren Gica, 76 senesine kadar, yaşı tutmadığı için herhangi bir resmi yarışmaya katılmadı.

Temmuz 1976'da, İzciler Kulüpleri arasında Köstence'de bir çocuk turnuvası düzenlenmesi kararı alınmıştı. Bu Gica için bir şanstı. Gerekli görüşmeler yapıldıktan sonra, Köstence'yi temsil eden takımda 11 yaşında olan Gica'nin da yer alması kararlaştırıldı. İlk maçtan itibaren Hagi'nin golleri birbirini takip etti.
24 Mart 1978'de F.C. Köstence Kulübü'nün 97.515 No'lu kimliğine sahip oldu Hagi. Artık resmi bir futbolcu olmuştu. 13 yaşında bir futbolcu. Bukossi Hoca'nın bu "afacanı'', millî takım antrenörünün de dikkatini çekti. Gica antrenmanlardan sonra da sahada kalırdı. Çünkü böylece aşık olduğu topu hiç kimseyle paylaşmak zorunda kalmıyordu. Artık iş ciddileşmiş ve disiplin zamanı gelmişti. Gica solaktı ve sağ ayağının probleminin çözülmesi gerekiyordu. Hocası, ''eğer sağ ayağını sırf otobüse binmek için kullanacaksan, futbolda sınıfta kalırsın'' diye sataşıyordu ona
http://yeoman.sitemynet.com/mynet_resimlerim/1_2_.jpg

Fatih Terim: En hırslı, bu yüzden çok büyük yerlere geldi.
Popescu: Akrabam. Çok iyi bir profesyonel, saygılı ve zeki.

Filipescu: Ne istediğini bilir, öğrenmeyi sever. Ama daha hırslı olmalı.

Adrian Ilie: Büyük bir yetenek, çok saygılı, daha çok fedakar olmalı.

Lutu: Yetenekli bir oyuncu ama fiziği yardım etmedi.

Taffarel: Tanıdığım en iyi dosttu. Benim için son 20 senenin en iyi kalecisi. Süper bir adam, çok neşeli biri, bizi neşelendirirdi. Çok iyi bir aile babası.


Ümit Davala: Almanya'da yetişmiş, Almanların sahip olduğu özelliklere sahip. Herşeyini feda eder, disiplinli, çok zeki.

Capone: Her zaman çok uyumayı severdi, ama çok iyi bir oyuncuydu. Belki de Brezilya'lı olduğundan. Ama çok saygı gösteren ve akıllı biri.

Emre Belözoğlu: Yetenekli ama belki de çok daha genç. Ama zamanla bunu aşacak. Yalnız, herşeyi bildiğini sanmasın.

Okan: Türk insanının ruhunu taşıyor. Çabuk, her yerde her zaman, sıcak. Biraz da teknik özelliği var. Okan'ı gördüğün zaman bir Türk oyuncuyu görebilirsin. Sahada herşeyini feda eder, ama biraz çabuk darılır.

Tugay: Galatasaray'ın diğer bir sembolü, büyük bir kalbi var, çok içten biri ve çok iyi bir oyuncu. Dünya kupasında çok iyi oynadı.

Arif: Her zaman beğendiğim bir takım oyuncusu ve arkadaş. Çok saygı gösterir, biraz çekingen, çok yetenekli. Her iki ayağını da kullanır ki bu bir oyuncuda çok zor bulunan bir yetenektir. Büyük bir karakter olarak görüyorum kendisini.

Bülent Korkmaz: Çok ciddi, saygıdeğer, çok çalışkan ve herşeyini Galatasaray'a feda eder.

Hakan Şükür: Türkiye'nin tartışmasız bir sembolü ve starı. Sahip olduğu isimle yaşaması zor olan biri. Kendisiyle her zaman çok iyi anlaştım. Çok duygusal, bu demektir ki iyi bir insan. Ama o star etiketiyle yaşamak biraz zor. Zirve gibi...

Hasan Şaş: Motor? "Formülo Uno!"

Ergün: Benim Maradona'mdı.

Vedat: Hem iyi, hem kötü. Galatasaray'da geçirdiği altı sene boyunca eleştirilere rağmen antremanda hiç sorun çıkarmadı, yetenekli.

Suat: Akılı ve deneyimli. Küçük ama şeytan gibi, çok akıllı

Fatih Akyel: Allah kendisine bir çok özellik vermiş. Genç, daha fazla çalışmalı. İnsanlara çok çabuk ısınan bir yapısı var. Belki seneler geçtikçe daha deneyim kazanacak.

Hakan Ünsal: "Küçük!" Çok iyi eğitimli, saygılı, çok güçlü, tam Türk. Çok iyi bir arkadaş. Futbolcu olarak çok iyi özelliklere sahip, çalışkan. İki ameliyat geçirdi, ama dört ay içinde iyileşti.

Müfit Hoca: Oyuncu olarak tanımadım. Ama antrenör olarak her zaman Terim'i destekledi. İkinci antrenör olarak her zaman işini iyi yaptı. Bana yardım etti, aynı mahallede oturuyorduk.

Bülent Hoca: Deneyimli, yaşlı görünse de bir şeyi söylediğinde iki kere düşünür. Saygı duyarım kendisine...

Eser Hoca: Sabahtan akşama kadar çalışan bir spor adamı. Spor yapmayı ve çalışmayı çok sever. Çekingen, kalecileri çalıştıran çok iyi bir profesyonel.



 Hagi için de ''Romanya futbolunun rekortmeni Hagi, 117 milli maça rağmen çok mütevazi'' değerlendirmesini yapan France Football, Hagi'nin gönlünde teknik direktörlük yattığını yazdı. Hagi'nin milli takımda çalışırsa Popescu ile birlikte görev yapabileceğine değinen dergi, ''Hagi Fransa 98 sonrası futbolu bırakma kararı almıştı, ancak G.Saray'da yaşadığı 3 şampiyonluk sonrası Romanya taraftarının da baskısına dayanamadı. Popescu ile uzun vadeli projeleri var. 2 süper profesyonel, yıllardır, hasta, satılmış, dengesiz, şiddetin hüküm sürdüğü Rumen futbolundan çok çektiler. İkisinin de kredisi çok büyük'' değerlendirmesini yaptı.
''Ben futbolun şeytanıyım. Maç kazanmak için inançlı, hırslı, rakibine, arkadaşına kızan futbolcuyum'' diyor .

Beklediğimiz telefon sonunda geliyor. Yönetici Burak Elmas, Hagi'nin bizi Polat Oteli'nde beklediğini söylüyor. Büroyu bir telaştır sarıyor. Galatasaray Store'dan aldırdığımız 10 numaralı formalar, makaralarca film ve video ekibimizin kasetleri hazır. Elmas, Hagi'yle İngilizce söyleşi yapabileceğimizi söylüyor ama biz bunu istemiyoruz. 2. dilden kendini ifade etmenin zorluklarının farkındayız. Sorularımıza istediği gibi yanıt vermesini sağlayabilmek için, anadilinde kendisini daha rahat ifade edebileceğini düşünerek hemen Romanya Galatasaraylılar Derneği'nin yöneticisi Ata Dilmen'i arıyoruz.

Ata Bey, Romence'ye çok hakim Aymin Yılmaz isimli Romanya'da doğup büyümüş çevirmenimizi gönderiyor yanımıza. Artık hazırız. Son 5 yılımızda onunla yatıp, onunla kalktığımız "Commandante" ile karşılaşmaya.

Otelin lobisi gazetecilerle dolu. Tümü Hagi'yle konuşabilmek için orada bekliyorlar. Bir süre sonra merdivenlerden Hagi görünüyor. Herkes yanına koşuşturuyor. Kameralar, muhabirler, fotoğrafçılar...

Hagi, kibarca "hayır," diyor, tanıdığı gazetecilere, "sadece Galatasaray Dergisi, başka olmaz!" Otelin sessiz bir köşesine çekiliyoruz. Hagi, dergileri inceliyor. "Keşke bizim zamanımızda da olsaydı" diyor, satış miktarını öğrenince hiç şaşırmıyor, "normaal, Galatasaray için normaal!". Hagi'nin bu sözünü de özlediğimizi anlıyoruz. Maçlardan sonra, kendisine skor sorulduğunda uzatarak söylediği sözü: "Skor? Normaaal! Galatasaray, normaal!" Sayfaları çeviriyor, Fatih Terim'le söyleşinin olduğu sayfalarda duraklıyor, okumaya çalışıyor biraz, resimlere bakıyor, gülümsüyor; kapakta Hasan'la Ergün'ü görünce keyifle, "Numera uno!, Ferrarii!" diyor. Kimin için söylediğini kestirebiliyoruz ama birazdan söyleşi sırasında ismiyle anlayacağız.

Söyleşi mekanı olarak, sarı kırmızı renklerin bize doğal fon oluşturduğu otelin altındaki Champions Cafe'yi seçiyoruz. Tek tük müşterisi var. İçeri Hagi ile birlikte girdiğimizde kafalar kalkıyor, yüzleri engellenemez bir tebessüm kaplıyor. Cafe'deki renklerin uyumunu Hagi tamamlıyor...

Söyleşiye başlıyoruz. Türkçe soruyoruz, Aymin Hanım Romence'ye çeviriyor. Hagi, bazen Aymin Hanım'ın çevirmesine gerek kalmadan doğrudan yanıtlamaya başlıyor. Bazen Türkçe yanıt vermeye başlıyor. Bazen biz İngilizce soruyoruz, o İngilizce cevap veriyor. Üç dilde söyleşi akıp gidiyor. Bir kaç kez sinirleniyor Hagi. Son yılında şampiyonluğun son haftalarda elimizden uçup gitmesi konusunda "hayır," diyor "bunun nedenlerini sorma, bu konuda konuşmak istemiyorum".

Söyleşi 1.5 saate yakın sürüyor ama Hagi "ben sizi bıraksam, daha devam edersiniz, maçı da burada seyrederim" diyor. Unutmuşuz, akşama maç var, Barcelona maçı... İki yıl sonra Fatih Terim ile Hagi'yi birlikte görecek olan seyircinin şimdiden heyecanlandığını ve herhalde büyük bir uğultu kopacağını söylüyoruz.. Yine aynı kelimeler dökülüyor ağzından: "Normaaal, Terim, Hagi, Ali Sami Yen. Normaall!"

Düşündüğümüz kapak fotoğrafı için yeni formalarımızdan birini giymesini rica ediyoruz. Kesin bir dille reddediyor: "Olmaz, ben bıraktım artık futbolu, oyuncu gibi olmaz. Şimdiki halimi kullanın. Daha iyi olur." Formalara imzasını atıyor. Bir de bu dergiyi okuyan Galatasaraylı okurlarımız için bir şeyler yazmasını istiyoruz. Aymin Hanım, yazısını çeviriyor: "Sevgili Galatasaraylılara, en içten sevgilerimle."

Dışarı çıktığımızda, hepimiz Galatasaray'ın Hagi'siyle geçirdiğimiz saatlerin saadeti içindeyiz. Yol boyunca söyleşi yapılacağından haberdar dostlarımız arıyor, bir dolu soru yöneltiyor. Bekleyin, diyoruz, dergide okursunuz.

İşte, Hagi'yle, kendisinin deyimiyle "sentimental" (duygusal) bir sohbet...


"Galatasaray ne zaman çağırırsa gelirim"

"Bir futbolcu iki kez ölür" diyor Hagi... Aşağıda yayınladığımız geniş söyleşide de kolaylıkla anlayabileceğiniz gibi, onu yaşatan futbol sevgisinin üzerine bir şey daha eklenmiş: Galatasaray sevgisi...
Geldiğin yıl önünde iki seçenek vardı: Meksika veya Türkiye.

Neden Türkiye'yi seçtin, o anki düşüncen neydi?

Çünkü Galatasaray beni istedi. Diğer yöneticilerin beni ne kadar istediğini bilmiyorum. Galatasaray'dan başka antrenör Fatih Terim de beni istedi. Kendisi Romen Milli takım teknik direktörü Iordanescu ile konuşup bizzat beni istedi, ki bu benim için büyük bir şanstı.

İlk geldiğinde Fatih Terim'le aranızda geçen ilk konuşmayı hatırlıyor musun?
İlk konuşma klasik bir tanışma şeklindeydi, daha sonra antrenmana geçtik. Bir aydır antrenman yapmıyordum. Şut atma çalışması yaptık. Beni izleyen menajer yanlış bir şey yapabileceğimi düşünerek çok korkuyordu, ama herşey iyi gitti.

İlk oynadığın maçı hatırlıyor musun?

İlk Monaco ile oynadığımız özel maçta??? forma giymiştim. Fatih Terim beni maçın tamamında oynatmıştı. Devre arasında fiziken yetersiz olduğumu söylememe rağmen beni oyundan almamıştı. İlk Vanspor'la oynadığımız deplasman maçında forma giymiştin ve iki gol atmıştın. Bu maç çok da zor bir maçtı? Bu benim için büyük şanstı çünkü Galatasaray'la imzayı attığımda bana herşeyin daha iyi olacağını söylemişlerdi. Beni yabancı biri olarak görmemişlerdi. Gazeteciler benim için şöyle böyle, ihtiyar, yaşı ilerlemiş gibi şeyler söylediler. Benim için çok zor oldu, ama sonuçta hem benim için hem de Galatasaray için iyi oldu. Çünkü tarih böyle yazılıyor.

İlk kez kendi kendine "İyi ki Türkiye'yi seçmişim." dediği an hangisiydi?

İlk geldiğim andan itibaren burada kendimi iyi hissettim. Zaten Galatasaray'ın büyük bir takım olduğunu biliyordum. Daha önce ben Steaua Bükreş'te oynarken Galatasaray'la karşılaşmıştık. Galatasaray, güzel sonuçlar elde etmişti, ancak sürekliliği yoktu. Galatasaray'a imza atarken, bir Avrupa Kupası kazanılması durumunda bana belli bir miktar para verilmesi şartı da vardı. Galatasaray'a imza attığım ilk andan itibaren kupa kazanacağımızı düşündüm.

Sen profesyonelsin ve profesyonelce düşünmek zorundasın. Ancak ayrıldığın zaman artık bir Galatasaraylıydın ya da biz öyle hissettik. Bir yanda profesyonel futbolcu olmak, öte

Bursaspor ve Ankaragucu Kardesligi

Bursaspor ile Ankaragücü arasında yıllardır devam eden, maçlardaki yüzlerce kavga haberinin arasında kendine pek yer bulamayan ama puan ...