Her futbolsever çocuk gibi benim de futbolcu olma hayallerim vardı. Hatta adım da farklıydı: Tango! Muhtemelen Tango ve Cash’den yürütülme bir isimdi. O hayallerimi en çok süsleyen sahneler ise; son dakikada maçı kazandıran golü atmak, sonrasında gol sevincini diz üstünde yaşayarak yaşamak… Bir başkası ise; mağlup durumdayken atılan gol sonrası, topu filelerden alıp santraya yürümek…
Mahalle maçlarını genellikle ufak çakıl taşlarıyla süslenmiş toprak arsalarda yapardık; haliyle diz üstünde kayarak gol sevinci yaşamak oldukça riskli bir durumdu. Arkasında file olmayan taştan kalelerle oynadığımız ve de golü yiyenin santraya gitmemesi sebepleriyle; topu içerden alma hayali de kursakta kaldı. Ama maçı kazandıran golü atmak mümkün olabilirdi!
Adam alışma yöntemi bizde pek uygulanan bir şey değildi; takımlar genellikle standarttı. O nedenle uyum süreci yaşamıyor, tam bir kolej takımı havası yaratıyorduk. Çoğu kez “beyler son atak…” sesini duyduktan sonra; karşı takımın direkt olarak bizim ‘Golcü Burak’a odaklanacağını biliyordum mesela… O nedenle ona yakın bir yerde ‘salağa yatarak’ pozisyon alır ve mutlaka yaşanan keşmekeş sonrası topu önümde bulurdum. Sonuç mu? Hugo Almeida’dan hallice…
Futbol artık dünya üzerinde en çok takip edilen profesyonel sporlardan biri olsa da; temel kuralları, hikâyeleri amatör ruhla oluşmuş ve beslenmiştir. O yüzden milyonların izlediği, pahalı ayakların eskittiği o çim sahalarda; hala taşlı toprak kokusu vardır aslında… Nitekim bahsi geçen anıda Hugo Almeida; bazen diğer arkadaşlarına varlığıyla fırsat yaratan Burak, bazen de stres ve kararsızlık arasında gol kaçıran Mustafa…
İftar topunu bile indiren adam
Almeida aslında hiçbir zaman güvenilir bir “bitirici forvet” olamadı. Bundan sonra da ondan bunu beklemek haksızlık olur sanki. Almanya günlerinde de kendisini en çok dile düşüren konu buydu nitekim. Ancak bir stoperi omuz omuza mücadelede taç çizgisi dışına atabilecek kalıba sahip olmasına rağmen, aynı zamanda önüne top atıldığında süratini eksik etmeyen; gökyüzünden düşen iftar toplarını bile sağına soluna indirebilen; kısacası her şekilde rakip stoperleri fizik ve psikolojik anlamda “döven” yapısıyla ve de kısa, uzun pas hatta -her ne kadar Beşiktaş forması altında göremesek de- uzaktan gönderdiği füze’vari şutlarıyla etkili bir santrafor olduğu kuşku götürmezdi. Doğru kullanıldığı vakit; kendisinin olmasa da içinde bulunduğu takımın gol ortalamasını yükseltebilecek bir oyuncuydu.Ne var ki bu topraklarda ilk adım attığı yarım dönem hariç, o güzel adamlığını da pek gösteremedi.
Elbette Simao ve Quaresma’nın taç çizgilerine dağıldığı, orta sahadan da her hangi bir hücum koşusu yardımı alamadığı ortamda yalnız bir ‘tek forvet’ti Almeida, takımın kötü kurgulanması da onu değersiz gösteren etkenlerin başını çekiyordu. Ancak bireysel olarak da sahada; hava toplarına yükselmekte üşenen ve faul beklemeyi tercih eden, pozisyon icabı açıldığı taç çizgisinde kendisine kafa izni veren, ayağına aldığı topu fütursuzca ve spikerlerin tabiriyle ‘sürpriz şutla’ kaleye yönelten ama o topların Üsküdar’a yol almasını artık sürpriz olmaktan çıkaran, tembel bir oyuncu izlenimi veriyordu.
Ama bu sene farklı… Artık takımı en ufak elektriklenmede bile sahiplenen; kafa olarak çok daha odaklı bir görünüm içerisinde Almeida. Fizik olarak da gün geçtikçe kendini buluyor. Beşiktaş’ın zaruri durumlarda şişirdiği topları, rakip yarı sahada kalacak şekilde karşılıyor. Bu durum, hem savunmanın nefes almasına hem de orta sahanın karşı prese geçmesine olanak sağlıyor.



 
 
